25 Mart 2010 Perşembe

EMİ





                  Bay
                 acı
                var
               git
              bir
              gün
               ara
                ver
                  gez
                   toz
                  gör
                 duy
                yat
               uyu

24 Mart 2010 Çarşamba

Bright Star



Bazı filmleri yalnızca film olarak göremem.

İçerisinde gülmeye yabancı olmayan ama hüzünlü bir şair, gülmeyi çok seven ve şiiri anlamakta güçlük çeken bir kadın, kucaktan inmeyen siyah-beyaz bir kedi ve en önemlisi pür aşk varsa

Hiç göremem.

Fanny ve John’un hikayesi Jane Campion’un ellerinde romantik döneme yakışmış.


Bright star, would I were stedfast as thou art-- 

Not in lone splendour hung aloft the night
And watching, with eternal lids apart,
Like nature's patient, sleepless Eremite,
The moving waters at their priestlike task
Of pure ablution round earth's human shores,
Or gazing on the new soft-fallen mask
Of snow upon the mountains and the moors--
No--yet still stedfast, still unchangeable,
Pillow'd upon my fair love's ripening breast,
To feel for ever its soft fall and swell,
Awake for ever in a sweet unrest,
Still, still to hear her tender-taken breath,
And so live ever--or else swoon to death


20 Mart 2010 Cumartesi

Mori


Sen psychedelic söyle ben dinleyeyim

16 Mart 2010 Salı

Uzakta Kaybolmak


Nezih Ünen hem ezgiyi, hem görseli hem de o duyguyu çok güzel yakalamış. Ne horon oynamayı doğru dürüst bilirim, ne yemeklerini doğru dürüst severim. Ne düşüncelerini paylaşırım insanlarının ne de kendiminkileri onlarla paylaşabilirim. Gitsem; ne yol bilirim, ne iz bilirim. Kaybolurum. Oysa ne zaman tulumun ezgisini duysam ürperir, ne zaman o toprağa ait bir görüntü görsem dikkat kesilirim. İçlenirim, çok fazla kişisel deneyim içeren duygusal bağım olmasa da. Toprak bu. Ailemin hikayesinin saklı olduğu toprak. Aslında ait olduğum toprak. Sanki bana ısrarla gel der gibi. Kaybolacaksan gel burada kaybol. Kalabalık, beton şehirlerin kalabalıklarının arasında kaybolacağına gel burada ait olduğun yerde kaybol. Yeşile dönüş dönüşeceksen.

15 Mart 2010 Pazartesi

Agora



Pazar yerinden ve şandan uzakta yer alır büyük olan her şey. Hep pazar yerinden ve şandan uzakta barınmıştır yeni değerler yaratan. Yalnızlığına kaç dostum: görüyorum ki her yerini ağılı sinekler sokmuş. Sert ve sağlam bir havanın estiği yere kaç! Yalnızlığına kaç! Sen küçük ve acınacak kişilere pek yakın yaşadın. Onların göze görünmez öclerinden kaç! Onlar sana karşı öcden başka bir şey değildirler. Artık el kaldırma onlara! Sayısızdır onlar, hem senin yazgın sinek kovmak değildir ki...
Nietzsche


Aklın ve gerçeğin karşısına insanlık tarihinin her döneminde inancın körleştirdiği insanların yarattığı yozlaşma çıkmıştır. Bu yozlaşma süreci bu gücü kullananları iktidar kullanılanları piyon yapar ve korku imparatorlukları kurar. Yıkıp geçilen ve yeniden tanımlanan ahlak ve gerçek bir daha kimse tarafından doğru açısından görülemez. Salt doğru; doğru olmaktan çıkarak yeni bir ahlak biçimine dönüşür. Bu yeni ahlak kuramının yaratıcıları; ne kadar sığ ve dar görüşlü bir kitle yaratabilirse o derece büyüyecektir.

Agora, Amenabar’ın sinematografisinde yeni bir yön. Şimdiye kadar hemen her filminde değişik tür sineması deneylerinin içerisinde olan yönetmen bu kez de dönem filmi metaforu içerisinde inanç yozlaşmasına eğiliyor.

İskenderiye kütüphanesinin yok edilmesi orjininde, dinlerin kendi iktidarlarını meşru kılmak adına nasıl hareket edebildiğini, insan topluluklarının nasıl bir infial halinde davranabildiğini gösteriyor.

Hypatia rolünde aslında –tarih ötesi- simgesel bir karakteri canlandıran Rachel Weisz güzelliğiyle yine başımızı döndürüyor. Hypatia’nın yaşadığı çağın siyasi ve dini çekişmelerinden kendisini arındırıp çok daha büyük bir gerçeğin peşinde koşması zamanla kimsenin ilgilenmediği bir şey haline geliyor. Aklın yolunu takip etmek, günlük hırsların ve faydacı davranışların yanında hiç cazip gelmiyor. Akıl iktidar tarafından sapkınlıkla suçlanarak yok edilmek isteniyor. Toplum da buna körü körüne inanarak isteği gerçekleştiriyor. Akıldan öç alıyor inancın iktidarı. İnanaları sinekler haline getirerek toplumu bataklığa dönüştürüyor. Cehalet, inanç, sınıf ve gerçek çelişkileri içerisinde gidip gelen Davus’u canlandıran Max Minghella’da oynadığın karakterin açmazlarını güzel yansıtıyor.

Filmde Amenabar’ın kamerayı uzaklaştırarak kalabalık hareketlerini, güvercinleştirmesi ya da böcekleştirmesi metaforik işler peşinde koşarken yakaladığı güzel sahneleri yaratmış. Dünya’dan gittikçe uzaklaşan görüntü de yabancılaşma hissiyatını doğru bir sinema diliyle gösterimde sağlamış.

Aslında bıçak sırtı bir konu. Doğum aşamasındaki Hristiyanlık, yaralanan Yahudilik ve yok olan Pagan dinleri; kurgulanmış bir gerçekte aslında çok daha kozmik bir düzenin rollerini paylaşıyor. Günümüzde aynı rolleri farklı inançlara uygulamamız olasıdır.  

Amenabar’ın sinematografisi ve filmin sıkıntılı yanları da oldukça mevcut. Yine de niyetinin benim gözümdeki değeri oldukça kıymetli.

12 Mart 2010 Cuma

Un Prophète



İçerdiği bir çok katman ile sevdiğim sinemanın tarifi gibi bir film. Uzunca bahsetmek üzere.

9,2/10

About