19 Ocak 2010 Salı

Bugün Günlerden Karanlık



Cahillerin dünyasında yaşıyoruz, gözlerimizi kapadık; sımsıkı.
“Şu cahillere bak dünyanın sahibi onlar”

Ne zaman ki iki çağ, iki uygarlık, iki din, iki millet birbirleriyle kesişirse, işte o zaman insan yaşamı gerçek bir acıya, gerçek bir cehenneme dönüşür. Ortaçağ’da yaşayacak antik çağ insanı gibi kalırız. İlkellerin havasızlığında boğulup gideriz. Öyle toplumlar olur onurunu yitirmiş, kokuşmuş ve suçluluk duygusunu kaybetmiş. Biz bu kalabalığın arasında kör bir biçimde yaşarız. Kuşkusuz herkes bunun aynı ölçüde ayrımına varamaz. Nietzsche’nin kuşaklar önce gördüğü sefaletin içine hapsolur kalırız. Ellerimiz bağlı, içimiz yaralı.

Hala orada işte.

Sağ ayakkabısında belli belirsiz delik; bir adam yerde uzanmış uyuyor.

Yüzsüzler görüyorum aylar boyu, karanlık yüzlü insanlar görüyorum. Önce herkes bir günahı çıkarma yarışındaydı; herkes kınıyor, herkes lanetliyor, herkes yüzlerinde kalın bir ağ tabakasıyla tükürüklerini saçıyordu kameralara, klavyelere, mikrofonlara. Sonra herkes unutma ve unutturma çabasına girdi. Hiç olmamış bir şeymiş gibi üzerine basıp geçtiler o sokak ortasında. Etrafımda tepkisiz bir kalabalık görüyorum. Etrafımda giderek yüzsüzleşen bir ülke görüyorum zamanla.

Bir adam beyaz yorganına sarılmış uyuyor yerde.

İnternet ne güzel şey; büyük kafatasçı düşüncelerine, hazmedemediğine “dangalaklık” diyerek geçip gidenlerin uyuyan bir adamın arkasından ettiği büyük sözleri okuyorum aylar boyu. Arkasından pis sırıtışlarını görüyorum. Demokrasi mücahitlerinin timsah gözyaşlarını görüyorum Gözyaşlarına bakıyorum dalgın dalgın. Provokasyon dediklerini duyuyorum. Bu ülkeye en büyük ihaneti yaptılar diyorlar; duyuyorum. Neden? Sorusuna adı “Hrant” olduğu için diye cevap verenleri okuyorum.

Bildiklerimi unutayım istiyorlar biliyorum. Ben o güne kadar hep barış demişken; katillerle barışmaya zorluyorlar beni. Zorla, her koşul altında inandıklarımdan kuşku duymamı istiyorlar. Unutayım istiyorlar. Ses çıkarmadan uyumamı istiyorlar bir sokak ortasında.

O sokaktan kaç kere geçti gölgesi, kaç kez yaladı rüzgar nemli gözlerini. Kaç kere öldük biz o sokakta. Kaç kişi öldük yere uzandık usulca. Zaman durdu, sesler kesildi. Barış dedi duyulmadı. Kardeşlik dedi anlaşılmadı. Biz dedi ve hep öteki olarak kaldı. Zaman durdu ve şimdi sonsuz uykuya doğru yıkılıyor bedenimin her parçası. Sevdiği kadını, canından kopan çocuklarını, kendisine yer olmayan vatanını düşündü. Önce dizleri vurdu yere ve ardından bütün gövdesi. Gövdesinden kin akan bir toprağa uzandı. Kokusunu hissetti, tadını hissetti; kanlı. Korkakların, kalleşlerin, cahillerin, içi çürümüşlerin yüzlerinden çaldı karanlığı. Aldı öldüğü güne mıhladı.

Malatya’da doğmuş bir adamı hatırlıyorum bir televizyon programında. “Yüksek gönüllü, ilerici bir Türk yöneticisinin”, “uşaksın sen, batının uşağısın” sözlerine üzgün bir biçimde ben Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıyım diyerek itiraz ettiğini hatırlıyorum. Sesinin yükselmediğini hatırlıyorum. Öfkelenmediğini, ağzından tükürükler saçılmadığını hatırlıyorum. En önemlisi korkmadığını hatırlıyorum.

Ben fark etmedim ağlıyorum, yerde bir adam uyuyor tanımıyorum.

“Kanı yerde kalmayacak” diyorlar, dediler, demişlerdi, de… Merak ediyorum; Kimin kanı? Hangi kan?

Bir ülke uyuyor ve yerden kalkıp gidiyor bir adam. Kara gözleri gibi karanlık bir güne gidiyor. Televizyon programlarına, haber programlarına, gazetelere, internet sitelerine bakıyorum. Bir adam önce soluklanıyor kaldırımın kenarında, hazin bir biçimde gülümsüyor. Zaman duruyor, gövdemi acılar sarıyor. Gözlerine bakamıyorum. Neden katiller hissetmezken ben suçlu hissediyorum? Bir adam kalkıp gidiyor.

Yüzsüz bir ülke uyuyor, unutuyor, hatırlamıyor. Bulamıyor. Aramıyor. Sormuyor. Merak etmiyor. Türkiyeli bir adam gidiyor hüzünlü. Sözü barış olan bir adam gidiyor. Yüzüne tükürenlerin arkasından döktükleri gözyaşlarını duymuyor. O’na Vatan haini diyenlerin arkasından O’nu kahraman ilan edişlerini duymuyor. İçinde bir sevda, dağ gibi, içinde sevgi okyanus gibi, içinde kardeşlik bir gibi. Gidiyor.

Kardeşim ölüyor ve ben sadece karanlığı görüyorum. Üç yıl oldu ve hala karanlığı görüyorum. Kan ile sıvadılar ellerini, yüzlerini, gelmişlerini, geçmişlerini. Ben sadece karanlığı görüyorum.

Bir sokak ortasında Hrant’ın kalkıp gittiği yerde ayakta dikiliyorum. Unutmuyorum. Alışmıyorum. Kabul etmiyorum. Burası cennet, burası cehennem. Burası öyle sessiz, öyle gürültülü, öyle öfkeli, öyle güçlü ki..

3 yorum:

  1. http://zuladaki.blogspot.com/2010/01/hrant-dink-neyi-basard.html

    YanıtlaSil
  2. Yüreğinize sağlık üstadım...

    YanıtlaSil
  3. saolasın

    keşke bu yazı hiç yazılmasaydı.

    YanıtlaSil

De diyeceğini!

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.

About