31 Ocak 2010 Pazar

28 Ocak 2010 Perşembe

Samsun'dan Memleket Manzaraları



Misafir Yazar: Koray Aktaş



Aylar sonra doğup büyüdüğüm yere yani Samsun’a gelmiş bulunuyorum. Yılda bir bilemedin iki kere gelirim. Aslında hiç gelmek istemem ama mecbur kalırım, kimseye de anlatamam neden doğup büyüdüğüm yere bu kadar düşman olduğumu bu kadar gelmek istemeyişimi ya da onlar anlamaz.


25 Ocak 2010 Pazartesi

where i end and you begin





sonsuza kadar gidelim (ölümsüzlük bir milan kundera kitabı)

sonsuza kadar gitsek dahi birimiz yok olacağız elbet

benim bittiğim yerde sen başlarsın

uğultu ve ritim içerisine gizli hafif tonlarda yorkesk mırıltılar. bitmeyecek gibi duran dört dakika otuz yedi saniye süren bir yolculuk. şarkı formuna bakıldığında radiohead’ın beslendiği her alanın izlerini taşıyor. elektronik vücuduna gizlenmiş rock rifleri ve hüzünlü bir yol gibi çizilmiş usul usul akan şarkı.

pencereye yaslanıp izledi yolu.

bitsek dahi durmadan yeniden başlayacağız. (mutlu bir batık gibi dibinde yaşıyorum*)

senin bittiğin yerde ben başlarım.

geceyi üzerimde taşıyor gibiyim. sinirli, üzgün, tedirgin, gergin, uykulu..

ışıklar geçiyor bir şarkının içerisinden, duraklar geçiyor, uzun bozkırlar geçiyor, gece geçiyor. dört dakika otuz yedi saniye geçiyor.

ben bitiyor[um] ve sen oluyor[um]

the sky is falling in

*:rene char

19 Ocak 2010 Salı

Bugün Günlerden Karanlık



Cahillerin dünyasında yaşıyoruz, gözlerimizi kapadık; sımsıkı.
“Şu cahillere bak dünyanın sahibi onlar”

Ne zaman ki iki çağ, iki uygarlık, iki din, iki millet birbirleriyle kesişirse, işte o zaman insan yaşamı gerçek bir acıya, gerçek bir cehenneme dönüşür. Ortaçağ’da yaşayacak antik çağ insanı gibi kalırız. İlkellerin havasızlığında boğulup gideriz. Öyle toplumlar olur onurunu yitirmiş, kokuşmuş ve suçluluk duygusunu kaybetmiş. Biz bu kalabalığın arasında kör bir biçimde yaşarız. Kuşkusuz herkes bunun aynı ölçüde ayrımına varamaz. Nietzsche’nin kuşaklar önce gördüğü sefaletin içine hapsolur kalırız. Ellerimiz bağlı, içimiz yaralı.

Hala orada işte.

Sağ ayakkabısında belli belirsiz delik; bir adam yerde uzanmış uyuyor.

Yüzsüzler görüyorum aylar boyu, karanlık yüzlü insanlar görüyorum. Önce herkes bir günahı çıkarma yarışındaydı; herkes kınıyor, herkes lanetliyor, herkes yüzlerinde kalın bir ağ tabakasıyla tükürüklerini saçıyordu kameralara, klavyelere, mikrofonlara. Sonra herkes unutma ve unutturma çabasına girdi. Hiç olmamış bir şeymiş gibi üzerine basıp geçtiler o sokak ortasında. Etrafımda tepkisiz bir kalabalık görüyorum. Etrafımda giderek yüzsüzleşen bir ülke görüyorum zamanla.

Bir adam beyaz yorganına sarılmış uyuyor yerde.

İnternet ne güzel şey; büyük kafatasçı düşüncelerine, hazmedemediğine “dangalaklık” diyerek geçip gidenlerin uyuyan bir adamın arkasından ettiği büyük sözleri okuyorum aylar boyu. Arkasından pis sırıtışlarını görüyorum. Demokrasi mücahitlerinin timsah gözyaşlarını görüyorum Gözyaşlarına bakıyorum dalgın dalgın. Provokasyon dediklerini duyuyorum. Bu ülkeye en büyük ihaneti yaptılar diyorlar; duyuyorum. Neden? Sorusuna adı “Hrant” olduğu için diye cevap verenleri okuyorum.

Bildiklerimi unutayım istiyorlar biliyorum. Ben o güne kadar hep barış demişken; katillerle barışmaya zorluyorlar beni. Zorla, her koşul altında inandıklarımdan kuşku duymamı istiyorlar. Unutayım istiyorlar. Ses çıkarmadan uyumamı istiyorlar bir sokak ortasında.

O sokaktan kaç kere geçti gölgesi, kaç kez yaladı rüzgar nemli gözlerini. Kaç kere öldük biz o sokakta. Kaç kişi öldük yere uzandık usulca. Zaman durdu, sesler kesildi. Barış dedi duyulmadı. Kardeşlik dedi anlaşılmadı. Biz dedi ve hep öteki olarak kaldı. Zaman durdu ve şimdi sonsuz uykuya doğru yıkılıyor bedenimin her parçası. Sevdiği kadını, canından kopan çocuklarını, kendisine yer olmayan vatanını düşündü. Önce dizleri vurdu yere ve ardından bütün gövdesi. Gövdesinden kin akan bir toprağa uzandı. Kokusunu hissetti, tadını hissetti; kanlı. Korkakların, kalleşlerin, cahillerin, içi çürümüşlerin yüzlerinden çaldı karanlığı. Aldı öldüğü güne mıhladı.

Malatya’da doğmuş bir adamı hatırlıyorum bir televizyon programında. “Yüksek gönüllü, ilerici bir Türk yöneticisinin”, “uşaksın sen, batının uşağısın” sözlerine üzgün bir biçimde ben Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıyım diyerek itiraz ettiğini hatırlıyorum. Sesinin yükselmediğini hatırlıyorum. Öfkelenmediğini, ağzından tükürükler saçılmadığını hatırlıyorum. En önemlisi korkmadığını hatırlıyorum.

Ben fark etmedim ağlıyorum, yerde bir adam uyuyor tanımıyorum.

“Kanı yerde kalmayacak” diyorlar, dediler, demişlerdi, de… Merak ediyorum; Kimin kanı? Hangi kan?

Bir ülke uyuyor ve yerden kalkıp gidiyor bir adam. Kara gözleri gibi karanlık bir güne gidiyor. Televizyon programlarına, haber programlarına, gazetelere, internet sitelerine bakıyorum. Bir adam önce soluklanıyor kaldırımın kenarında, hazin bir biçimde gülümsüyor. Zaman duruyor, gövdemi acılar sarıyor. Gözlerine bakamıyorum. Neden katiller hissetmezken ben suçlu hissediyorum? Bir adam kalkıp gidiyor.

Yüzsüz bir ülke uyuyor, unutuyor, hatırlamıyor. Bulamıyor. Aramıyor. Sormuyor. Merak etmiyor. Türkiyeli bir adam gidiyor hüzünlü. Sözü barış olan bir adam gidiyor. Yüzüne tükürenlerin arkasından döktükleri gözyaşlarını duymuyor. O’na Vatan haini diyenlerin arkasından O’nu kahraman ilan edişlerini duymuyor. İçinde bir sevda, dağ gibi, içinde sevgi okyanus gibi, içinde kardeşlik bir gibi. Gidiyor.

Kardeşim ölüyor ve ben sadece karanlığı görüyorum. Üç yıl oldu ve hala karanlığı görüyorum. Kan ile sıvadılar ellerini, yüzlerini, gelmişlerini, geçmişlerini. Ben sadece karanlığı görüyorum.

Bir sokak ortasında Hrant’ın kalkıp gittiği yerde ayakta dikiliyorum. Unutmuyorum. Alışmıyorum. Kabul etmiyorum. Burası cennet, burası cehennem. Burası öyle sessiz, öyle gürültülü, öyle öfkeli, öyle güçlü ki..

18 Ocak 2010 Pazartesi

bugün günlerden siyah


17 Ocak 2010 Pazar

Fuck Buttons





Geç keşif hiç keşiften iyidir!

Long live Mogwai!

keşke bir mogwai konserinde yaşasak

16 Ocak 2010 Cumartesi

Last Times





Son dönemde izlediklerim kısa kısa



Lie To Me: İlk izlediğim bölüm için 7/10 – Son izlediğim bölümden sonra 8,3/10


The Road: 7,3/10

Generation Kill: 7/10 (daha fazlasını vaat ediyor)

Brothers: 6,5/10 (Nathalie’ye rağmen)

7 Kocalı Hürmüz: 6,5/10 (Müzikaller hiçbir zaman sevmeyeceğim)

Nefes: 6,5/10

15 Ocak 2010 Cuma

ÖYLE




   Karıldı gecelerimize
   Tepeleme güneş ışığı dolu
   duvarlar, göz kırpışlarımızla
        
   savruldu taneleri gözyaşlarımızın
   Çocuk boyuna ulaşınca
   Çırılçıplak geçti ayaklarımız
   Serinlikte
        
   Toprağın rengi ikindi gibi
   Ey ömrümün kara lekeleri
   Geri al sarmaşık kokulu gök
   Uyuşturucu bir aşk üstüne söylediklerini
   Geçerli çünkü hâlâ
   Turna seslerinde ölüm marşları
   Ve azgın denizin çığlığında
   Telaşsız sızısıyla karanlığa
   Sıvanan saçlarımın kana
Öyle...

13 Ocak 2010 Çarşamba

Hastalıklı Filmler - Arizona Dream



Sürreal olmayan bir rüya olmaz diye tutturmuş Emir Kusturica. İçinde hayvanlar olmalı ve üzerlerine de yakışan anlamlar olmalı. Gerçeğin üstünde ironik bir mizah olmalı ki illa hüzünlü tarafından. Neyi anlatmaya değer diye soruyor bize. Hayatı sorgulamaya önce onu reddetmekten başlamaya davet ediyor bizi. Gerçeği reddetmeye çağırıyor. Her planında ne yaptığını bilen bir rüyanın izlerini bırakıyor masalcımız. Balkanlara özgü yaşama sevincinin yanına, aynı kokunun ölüm hissiyatını bırakıyor hunharca.

Aya kadar, üst üste koyulmuş cadillac’ların üzerinden çıkıyoruz.

12 Ocak 2010 Salı

XX - Night Time



Uyumadan önce iyi gelebilir.

10 Ocak 2010 Pazar

Animal Collective, Wild The Things Kafası : Brother Sport



Hem çocuk, hem de kafalar güzel olmanın tadı başka. Dans eden küçük kız fantastik!

8 Ocak 2010 Cuma

7 Ocak 2010 Perşembe

Trouble Every Day




look into my eyes
you see trouble every day
it’s on the inside of me
so don’t try to understand
i get on the inside fo you
you can blow all away


[loş bir ışığın yarım yamalak döşenmiş bir elektrik hattından dolanarak içini sarışın bir yalnızlığa bürüdüğü oda gibi işte. stuart staples oturmuş sigarasını içiyor bir sandalyenin üzerinde. bir şeyler söylüyor ya nerede bu keman ve kontrbas diye içinden geçiriyor insan. uzun bir koridordan yürüyüp mutfağın taş zeminine eğiyor şarkı. ürperiyor.]

such a slightest breath
and i know who i am


[hiç ait olmadığı bir filmden ayıklayarak geceye giyiniyor bütün notalar.]

look into my eyes
hear the words i can’t say
words that defy
and they scream it out loud


[susarak dinliyorum. duyarak susuyorum.]

i get on the inside of you
you can wave it all away
such a slightest thing
it’s just the rise of your hand

and there’s trouble every day
there’s trouble every day
there’s trouble every day
there’s trouble every day


[bir şiir yazmak istiyor insanoğlu. bir keşif yapmak. her dışarı koşuşunda en uzağa gidecek kadar güçlü. her defasında her sorunu çözecek kadar azimli. parçalanan her hayalinin yerine daha tutkalı bol bulutlardan bir gökyüzü dikecek kadar deli. her gün başka bir karanlık değil. ince bir müziğe tutturulmuş bir kalın tondan huzur gibi kullanışlı. uyuyarak sarhoş olmak gibi gerçeküstü. ]

if i want you back
i could get away
before the sunshine leaves your eye
but i need to know
how to find a place
before the days become nights
before the years become lies

and there’s trouble every day

you know that i love again
please make it start again

there’s trouble every day

you know that i’ll always hear
the words that you never say

there’s trouble every day


[bir selam, bir sabah, bir ses, bir yazı, bir şiir, bir şarkı… sustum…]

this time it’s startling me
the words i can never say

there’s trouble every day

you know that i’ll always hear
the words that you never say

look into my eyes
hear the words i can’t say

you know that i’ll always hear
the words that you never say


6 Ocak 2010 Çarşamba

Hastalıklı Filmler: Breaking the Waves



İşte geldik hastalıklı filmlerin belki de en büyüğüne; duygusal ve dramatik olarak provokasyon düzeyi çok yüksek bir film. Trier’in oyunu seyircinin bilinç yollarının dejenere edilişi üzerine koyulur. Sinematografik açının ters yanında ise toplum eleştirisi yüksek dozdan iletilir.

Emily Watson harikadır.

İki kritik sahne:

1. Jan filmi değil, filmi heyecanla izleyen Bess'i izler.
2. Gökyüzünde çanlar çalınmaktadır. Bess cennet'te huzurludur.

5 Ocak 2010 Salı

Güzel Filmler Güzel Sahneler

Gece

3 Ocak 2010 Pazar

Mammoth


Moodysson’nun bu kez derdi paylaşılamayan sevgiler. Günümüz dünyasının insanları zorunlu bir biçimde bu forma sokuşuna dingin ve ağır biçimde eleştirisini yöneltiyor yönetmen. Bunu yaparken kullanabileceği en kısa yol olan iletişim eksikliğini Inarritu-Arriaga ikilisinden ödünç alarak biçimlendiriyor. Sonuçta da güçlü ve ne anlattığının farkında bir film çıkıyor karşımıza. Gael Garcia Bernal ve Michelle Williams iyi oynuyor ve doğru seçim olduklarını gösteriyorlar. Ayrıca bir detay olarak Lilja 4ever’ın trajik Lilja’sını oynayan Oksana Akinsjina ve Michelle Williams benzerliği de tesadüf gibi görünmüyor. 





2 Ocak 2010 Cumartesi

Fever Ray


Korkma dinle!


About