Üç beş kelam edesim var üzerlerine ama dün gece canlı olarak yaşattıkları hislerden sonra herkes dinlesin ve herkes bu hisleri yaşasın isterim sadece. Kazım'ın ayak izlerinin takip edilecek kadar büyük olduğu belliydi.
2 Ağustos 2010 Pazartesi
11 Temmuz 2010 Pazar
Spike Jonze Alternatif Akım Jeneratörü
I'm Here'in etkisinden çıkamışken (ki yeri gelmişken yerini söyleyelim herkes izlesin http://www.imheremovie.com ) gelen LCD Sound System klibi Drunk Girls ile kafanın güzel olduğunu hatırlatıyor Spike Jonze. Arkadaş bir ağlatıp, bir güldürüyorsun. Bizim sinirlerimiz de çelikten değil hani.
Magdalena Kopp
Ne yani şimdi bu kadının aklını alabilmek için uluslararası terör suçlusu mu olmak gerekiyordu? Ah be Magdalena çoğu kadın gibi, efendi adam yerine piç tercihi yapmış olmak yakmış seni; haberin yok.
8 Temmuz 2010 Perşembe
24 Haziran 2010 Perşembe
13 Haziran 2010 Pazar
26 Mayıs 2010 Çarşamba
14 Mayıs 2010 Cuma
11 Mayıs 2010 Salı
4 Mayıs 2010 Salı
KOSMOS
Dünyada iyiler ve kötüler vardır. İkisi de sonuçta aynıdır.
Hem çok büyük hem de hiçbir şey. Kosmos. Hem mucize hem de felaket.
Çok iddialı bir film Kosmos. İnsanlığa, sisteme, politikaya, inanca, önüne gelen her iktidar biçimine vuruyor. Aylaklığa davet ediyor açık açık. Doğallığa davet ediyor. Aşka davet ediyor. O davet ettikçe insanlık yarattığı mucizeleri unutuyor. O'nu yok etmek istiyor. Kendini yok etmek istiyor.
Not: Porco ile film izlemek güzeldir.
29 Nisan 2010 Perşembe
Hastalıklı Filmler - Breathless AKA Serseri Aşıklar
Serseri aşıklara yeniden ve bu kez derinlemesine dalmak üzereyim. Herkesin mutlaka izlemesini tavsiye edeceğim filmlerden biri.
Patricia Franchini: I don't know if I'm unhappy because I'm not free, or if I'm not free because I'm unhappy.
Patricia Franchini: What is your greatest ambition in life?
Parvulesco: To become immortal... and then die.
Patricia Franchini: Do you know William Faulkner?
Michel Poiccard: No. Who's he? Have you slept with him?
28 Nisan 2010 Çarşamba
Yaşamanın Yerçekimi
Şimdiyi yaşamak var; tüm odalarda kış-yaz-bahar, yerini eski bir dumana bırakır. Alkolle beslenen çiçekler, kırılgan saatler, koku, ter biter. Çiçekli olacaksa kahvaltı olur rengi; daha fazla şaşırtıcı. Moleküllerime kadar parçalanacaksa düşüncelerim; güneş ışığının acı kalabalığı ile olur.
Büyücünün benimle paylaşmadığı giz; ölüm. –yüzü olsa; insana benzer değil- siktir! ölüm açıkça nasıl anlatılır?
Sana ne fısıldadı büyücü diye sordum,
Kim bilir diye cevap verdim kendime
Patlamak istiyorum. Ölüm ve hastalık döngüsünü yok ederek kırmak istiyorum. Kendim için doğru olmak istiyorum. Bütün bu palazlanıp duran yalancı yaşam ritüelleri (iş-yemek-uyku-yol-iş) irademi hırpaladıkça; hissettiğim gibi sen ve ben ve yaşam ve ölüm parlaklığı içerisinde ayakta kalacağım.
Tarih, sadece kural arayan insanların sevdiği bir şey. Düşünceyi kumaş gibi keser, diker ve yeniden biçimlendirir. Kişisel tarihimi yıkıp ölümü yok etmek için savaşacağım. Hiç varolmamış gibi yeniden yapacağım kendimi. Durmadan yeniden. Yeniden seveceğim. Yeniden aşık olacağım. Yeniden yürüyeceğim ezberlediğim yönleri. Her defasında yeniden keşfedeceğim. Her defasında yaşamanın ne demek olduğunu yeniden öğreneceğim. Belki bu şekilde yok olmayı yenebilirim. Belki bu şekilde zihnimde biriken zehri farkında olmadan kaynağa dönüştürebilirim.
Büyücünün benimle paylaşmadığı giz; ölüm. –yüzü olsa; insana benzer değil- siktir! ölüm açıkça nasıl anlatılır?
[Bir başka yerde evimiz var ve geçmişimiz bu evde birikip bizi bekler. Yaşamın sayacı zaman mı, uzaklık mı yoksa başka şehirler mi bilmeden nefes alır veririz içine. Ne için bekliyoruz; dünyanın kenarına gelip geri dönmekten başka nedir yaptığımız. Görkemli, anıtsal varlıkları yıkmadan; sakin, bağımsız ve müziği bükerek yaptığımıza yaşamaktan başka ne isim veriyoruz]
Sana ne fısıldadı büyücü diye sordum,
Kim bilir diye cevap verdim kendime
Patlamak istiyorum. Ölüm ve hastalık döngüsünü yok ederek kırmak istiyorum. Kendim için doğru olmak istiyorum. Bütün bu palazlanıp duran yalancı yaşam ritüelleri (iş-yemek-uyku-yol-iş) irademi hırpaladıkça; hissettiğim gibi sen ve ben ve yaşam ve ölüm parlaklığı içerisinde ayakta kalacağım.
Tarih, sadece kural arayan insanların sevdiği bir şey. Düşünceyi kumaş gibi keser, diker ve yeniden biçimlendirir. Kişisel tarihimi yıkıp ölümü yok etmek için savaşacağım. Hiç varolmamış gibi yeniden yapacağım kendimi. Durmadan yeniden. Yeniden seveceğim. Yeniden aşık olacağım. Yeniden yürüyeceğim ezberlediğim yönleri. Her defasında yeniden keşfedeceğim. Her defasında yaşamanın ne demek olduğunu yeniden öğreneceğim. Belki bu şekilde yok olmayı yenebilirim. Belki bu şekilde zihnimde biriken zehri farkında olmadan kaynağa dönüştürebilirim.
18 Nisan 2010 Pazar
Away We Go
Çok güzel bir filmi hak ettiği zamandan çok sonra izlemenin filme haksızlık olduğu kadar kendime hediye olduğunu da düşünüyorum. Güzel, değişik bir his yaratıyor insanın üzerinde. Kişisel özdeşlik yaratmak için pozitif yönde baskı uygulayan zihnimi es geçersek eğer, film boyunca kulaklarıma doğru kıvrılan dudaklarım, ne hissettiğimi daha güzel açıklayabilir. Her zaman hisleri en doğru ve direkt açıklayabilecek cümlelerin ve tanımların olmadığına inanmışımdır. Bu filmin insanın üzerinde bıraktığı etki buna benziyor ve ben bunu yine anlatamıyorum. Belki çok uyumlu görünmüyorlar, belki de gerçekten değiller. Sorunlarla dolu ilişkilerin dünyasında yaptıkları yolculuk birbirlerine doğru yol alıyor ve böylece evlerini de bulmuş oluyorlar. Verona ve Burt dünyanın en güzel çiftleri listeme en üst sıralardan giriş yaptılar.
Burt Farlander: You're my light, Verona. My sky. I can't wait to see you as a mom. Her little hand in yours. And your smile on her face.
[She’s cry]
Burt Farlander: What?
Verona De Tessant: What are we gonna do?
Burt Farlander: What?
Verona De Tessant: What are we gonna do?
Burt Farlander: How do you mean?
Verona De Tessant: No one's in love like us, right? It's so weird. What are we gonna do?
Burt Farlander: I think we just gotta ride it out.
13 Nisan 2010 Salı
11 Nisan 2010 Pazar
Sakallis Filmleri: Eternal Sunshine Of The Spotless Mind
Joel: Wait
Clementine: Why?
Joel: I don’t know. Just wait… for a while.
Bu filmle diyeceğimi çok zaman önce söylemiştim:
En sevdiğiniz insanı bir gün yeniden tanısanız yine aşık olursunuz; çünkü o en sevdiğinizdir.
Clementine: Joely?
Joel: Yeah Tangerine?
Clementine: Am I ugly?
Joel: Uh-uh.
Clementine: When I was a kid, I thought I was. I can't believe I'm crying already. Sometimes I think people don't understand how lonely it is to be a kid, like you don't matter. So, I'm eight, and I have these toys, these dolls. My favorite is this ugly girl doll who I call Clementine, and I keep yelling at her, "You can't be ugly! Be pretty!" It's weird, like if I can transform her, I would magically change, too.
Joel: [kisses Clementine] You're pretty.
Clementine: Joely, don't ever leave me.
Joel: You're pretty... you're pretty... pretty...
Joel: Yeah Tangerine?
Clementine: Am I ugly?
Joel: Uh-uh.
Clementine: When I was a kid, I thought I was. I can't believe I'm crying already. Sometimes I think people don't understand how lonely it is to be a kid, like you don't matter. So, I'm eight, and I have these toys, these dolls. My favorite is this ugly girl doll who I call Clementine, and I keep yelling at her, "You can't be ugly! Be pretty!" It's weird, like if I can transform her, I would magically change, too.
Joel: [kisses Clementine] You're pretty.
Clementine: Joely, don't ever leave me.
Joel: You're pretty... you're pretty... pretty...
6 Nisan 2010 Salı
Bırak Zaman Aksın
Rockstar olarak kalmak vardı anasını satayım. Para, şöhret, sex, saçlar beyazlayınca ulu bilge havaları falan…
Mutsuzluğa ilacı olmayanlardandı. Anlamsızlığa kafayı takanlardan. Çok bilmek, çok hissetmek kötü şey vesselam.
25 Mart 2010 Perşembe
24 Mart 2010 Çarşamba
Bright Star
Bazı filmleri yalnızca film olarak göremem.
İçerisinde gülmeye yabancı olmayan ama hüzünlü bir şair, gülmeyi çok seven ve şiiri anlamakta güçlük çeken bir kadın, kucaktan inmeyen siyah-beyaz bir kedi ve en önemlisi pür aşk varsa
Hiç göremem.
Fanny ve John’un hikayesi Jane Campion’un ellerinde romantik döneme yakışmış.
Bright star, would I were stedfast as thou art--
Not in lone splendour hung aloft the night
And watching, with eternal lids apart,
Like nature's patient, sleepless Eremite,
The moving waters at their priestlike task
Of pure ablution round earth's human shores,
Or gazing on the new soft-fallen mask
Of snow upon the mountains and the moors--
No--yet still stedfast, still unchangeable,
Pillow'd upon my fair love's ripening breast,
To feel for ever its soft fall and swell,
Awake for ever in a sweet unrest,
Still, still to hear her tender-taken breath,
And so live ever--or else swoon to death
20 Mart 2010 Cumartesi
16 Mart 2010 Salı
Uzakta Kaybolmak
Nezih Ünen hem ezgiyi, hem görseli hem de o duyguyu çok güzel yakalamış. Ne horon oynamayı doğru dürüst bilirim, ne yemeklerini doğru dürüst severim. Ne düşüncelerini paylaşırım insanlarının ne de kendiminkileri onlarla paylaşabilirim. Gitsem; ne yol bilirim, ne iz bilirim. Kaybolurum. Oysa ne zaman tulumun ezgisini duysam ürperir, ne zaman o toprağa ait bir görüntü görsem dikkat kesilirim. İçlenirim, çok fazla kişisel deneyim içeren duygusal bağım olmasa da. Toprak bu. Ailemin hikayesinin saklı olduğu toprak. Aslında ait olduğum toprak. Sanki bana ısrarla gel der gibi. Kaybolacaksan gel burada kaybol. Kalabalık, beton şehirlerin kalabalıklarının arasında kaybolacağına gel burada ait olduğun yerde kaybol. Yeşile dönüş dönüşeceksen.
15 Mart 2010 Pazartesi
Agora
Pazar yerinden ve şandan uzakta yer alır büyük olan her şey. Hep pazar yerinden ve şandan uzakta barınmıştır yeni değerler yaratan. Yalnızlığına kaç dostum: görüyorum ki her yerini ağılı sinekler sokmuş. Sert ve sağlam bir havanın estiği yere kaç! Yalnızlığına kaç! Sen küçük ve acınacak kişilere pek yakın yaşadın. Onların göze görünmez öclerinden kaç! Onlar sana karşı öcden başka bir şey değildirler. Artık el kaldırma onlara! Sayısızdır onlar, hem senin yazgın sinek kovmak değildir ki...
NietzscheAklın ve gerçeğin karşısına insanlık tarihinin her döneminde inancın körleştirdiği insanların yarattığı yozlaşma çıkmıştır. Bu yozlaşma süreci bu gücü kullananları iktidar kullanılanları piyon yapar ve korku imparatorlukları kurar. Yıkıp geçilen ve yeniden tanımlanan ahlak ve gerçek bir daha kimse tarafından doğru açısından görülemez. Salt doğru; doğru olmaktan çıkarak yeni bir ahlak biçimine dönüşür. Bu yeni ahlak kuramının yaratıcıları; ne kadar sığ ve dar görüşlü bir kitle yaratabilirse o derece büyüyecektir.
Agora, Amenabar’ın sinematografisinde yeni bir yön. Şimdiye kadar hemen her filminde değişik tür sineması deneylerinin içerisinde olan yönetmen bu kez de dönem filmi metaforu içerisinde inanç yozlaşmasına eğiliyor.
İskenderiye kütüphanesinin yok edilmesi orjininde, dinlerin kendi iktidarlarını meşru kılmak adına nasıl hareket edebildiğini, insan topluluklarının nasıl bir infial halinde davranabildiğini gösteriyor.
Hypatia rolünde aslında –tarih ötesi- simgesel bir karakteri canlandıran Rachel Weisz güzelliğiyle yine başımızı döndürüyor. Hypatia’nın yaşadığı çağın siyasi ve dini çekişmelerinden kendisini arındırıp çok daha büyük bir gerçeğin peşinde koşması zamanla kimsenin ilgilenmediği bir şey haline geliyor. Aklın yolunu takip etmek, günlük hırsların ve faydacı davranışların yanında hiç cazip gelmiyor. Akıl iktidar tarafından sapkınlıkla suçlanarak yok edilmek isteniyor. Toplum da buna körü körüne inanarak isteği gerçekleştiriyor. Akıldan öç alıyor inancın iktidarı. İnanaları sinekler haline getirerek toplumu bataklığa dönüştürüyor. Cehalet, inanç, sınıf ve gerçek çelişkileri içerisinde gidip gelen Davus’u canlandıran Max Minghella’da oynadığın karakterin açmazlarını güzel yansıtıyor.
Filmde Amenabar’ın kamerayı uzaklaştırarak kalabalık hareketlerini, güvercinleştirmesi ya da böcekleştirmesi metaforik işler peşinde koşarken yakaladığı güzel sahneleri yaratmış. Dünya’dan gittikçe uzaklaşan görüntü de yabancılaşma hissiyatını doğru bir sinema diliyle gösterimde sağlamış.
Aslında bıçak sırtı bir konu. Doğum aşamasındaki Hristiyanlık, yaralanan Yahudilik ve yok olan Pagan dinleri; kurgulanmış bir gerçekte aslında çok daha kozmik bir düzenin rollerini paylaşıyor. Günümüzde aynı rolleri farklı inançlara uygulamamız olasıdır.
Amenabar’ın sinematografisi ve filmin sıkıntılı yanları da oldukça mevcut. Yine de niyetinin benim gözümdeki değeri oldukça kıymetli.
12 Mart 2010 Cuma
25 Şubat 2010 Perşembe
Grunge Özleyen Adam
Dünyada her zaman tarihin sıkıştığı dönemler olmuştur. Sanayi devrimi öncesi ya da rönesans sonrası gibi. 80'lerin sonunda da büyük bir sıkıntı vardı. Çözülmez ve can sıkıcı bir kültür hareketsizliği ve uyuyan büyük bir toplumdu dünya. Tam bu sırada Seattle'da bir ateş yandı. Beat kuşağının savruk heyecanını varoluş sorunlarına yarı gömülü yarı çıkmış halde çığlık çığlığa anlatan bir ateş. Müzik aracılığıyla 90'ların ve kayıp jenerasyonun üzerine yazılı bir ağıt oluşmaya başladı. Sorunlu ama akıllı çocuklardı bunlar. Pürüzlüydü gitarlarının tonları. Sözleri katman katman, metaforik ve bazen tam da dikineydi. Özellikle Nirvana ve şimdi yarı-tanrı olan Kurt Cobain ve yabana atılamayacak Pearl Jam haykırdırlar diledikleri gibi acıyı. Amerikan rock müziği Jim Morisson'dan beri ilk kez dünyaya baş kaldırdı. Biliyorum şu ana kadar yazdıklarım fazla abartılı. Aslında çokça subjektif. Bir çok grubu, bir çok dönemi es geçerek yanlı yazılmış satırlar bunlar.
Özledim ben bu müziği ve yapanları.
Tıpkı Seattle gibi isyankar, Seattle gibi kaybedendi bu müzik. Sanayi devriminde makinalara karşı çıkanlar gibi ateşli ama tarihi açıdan anlamlıydılar. 60’lar Beatles. 70’ler Sex Pistol. 90’lar Nirvana.
Müzik bir çok yerde nefes aldı. 90'ların başında bu yer grunge'dı.
Müzik bir çok yerde nefes aldı. 90'ların başında bu yer grunge'dı.
“cut myself on angel's hair and baby's breath”
Video Anton Corbjin’den gelsin
21 Şubat 2010 Pazar
Gerçek Hayat
Derin Esmer'i Şehir'den beri beklemiştim. Çok zaman geçti. Mor ve Ötesi ile olan köprüleri bile atalı çok olmuşken yağmurlu bir İzmir gününde karşıma çıktı. Gelişi-güzel oldu. Evet güzel
Bu işler böyle yürümüyor
Sordukların toptan yanlış
Unut akıl ve mantığı
Kapılar öyle açılmıyor
Uğraşların üzgünüm ki yersiz
Çiçeklerin susuz kalacak
Toprağın yoruldukça
Duyarlılıklar kuruyacak
Kurumazlarsa yakanı bırakmayacak.. şu bilindik hayat.
Gerçek hayat, gerçek hayat
Seni rehin alacak
Kendinden uzaklaştıracak
Gerçek hayat, gerçek hayat
Seni rehin alacak
Kendinden uzaklaştıracak
Yok mu bunun bir ortası
İnandıklarım, evet, uzakta
Gözlerim kör değil ki
Gerçekler böyle ıssızsa kabullenmek mi gerek öylece
Yaratan biz değil miyiz onları
Hayata tutunmak körelmek mi demek
Başarılı olmak ilkesizlik mi demek
Gerçek hayat, gerçek hayat
Seni rehin alacak kendinden uzaklaştıracak
Gerçek hayat, sözde gerçek hayat
Seni rehin alacak kendinden uzaklaştıracak..
Bu işler böyle yürümüyor
Sordukların toptan yanlış
Unut akıl ve mantığı
Kapılar öyle açılmıyor
Uğraşların üzgünüm ki yersiz
Çiçeklerin susuz kalacak
Toprağın yoruldukça
Duyarlılıklar kuruyacak
Kurumazlarsa yakanı bırakmayacak.. şu bilindik hayat.
Gerçek hayat, gerçek hayat
Seni rehin alacak
Kendinden uzaklaştıracak
Gerçek hayat, gerçek hayat
Seni rehin alacak
Kendinden uzaklaştıracak
Yok mu bunun bir ortası
İnandıklarım, evet, uzakta
Gözlerim kör değil ki
Gerçekler böyle ıssızsa kabullenmek mi gerek öylece
Yaratan biz değil miyiz onları
Hayata tutunmak körelmek mi demek
Başarılı olmak ilkesizlik mi demek
Gerçek hayat, gerçek hayat
Seni rehin alacak kendinden uzaklaştıracak
Gerçek hayat, sözde gerçek hayat
Seni rehin alacak kendinden uzaklaştıracak..
Bal Berlinale'de En İyi Film Seçildi
Semih Kaplanoğlu'nun Yusuf üçlemesinin son ayağı olan Bal Berlin'de Altın Ayı'yı kucakladı. Güzel filmler ortaya çıkan ülkemiz kendi sinemasına her ne kadar değer vermese de, bu filmler uluslararası alanda değerlerinin karşılığını alıyor. Gişe rekorları kırılsın, insanlar akın akın bu filmleri izlemeye gitsin istemiyorum. Sadece uzun süre gösterimde kalabilecekleri salonlar olsun.
Yumurta'yı çok beğenmiş, Süt'ü izleyememiş biri olarak Bal'ın başarısı beni çok çok mutlu etti.
19 Şubat 2010 Cuma
Sakallis Filmleri - Me and You and Everyone We Know
Christine Jesperson: [seeing his bandage] Whoa, what happened?
Richard Swersey: You want the short version or the long one?
Christine Jesperson: The long one.
Richard Swersey: I tried to save my life but it didn't work.
Christine Jesperson: Wow. What's the short one?
Richard Swersey: I burned it
14 Şubat 2010 Pazar
together in electric dreams
Kaç rüyaya bölündü sayısız uyku. Kaçının uyanışlarında İzmir’in banliyösünde bahçe manzarası, kaçında sokak arası gürültüsü, İstanbul Boğazına sabah inen sis oldu. Kaç uykunun içerisinden başka şehirlerde uyanmak geçti. Hayallerin bağlandığı kanallardan kaç rüya geçti. Kararsız ve sessiz oturmalardan kaç hayal geçti. Geçip gidenin içerisine nasıl bağladı bizi hayaller.
Aklım yok
Yüreğim buz
Mutluyum
Aman ne masal
Demişti yazarın biri, bu manzumeye bağlandı hayallerin rüyaya aktarılmayan bir bölümü. Bu bölümün sonunda çıkan canavarı uykumda yendim ve uyandığımda Yalova’da sessiz bir pasaja bakıyordum.
Günün birinde uyandığım Eskişehir’de bir sokak ortasının üzerinden kaç hayal geçti. Bu hayaller nasıl da hayatımın içinden geçti. Şarkılardan çaldığım duygular kendime ait olanları geçti. Keşfedilip bana hediye edilen şarkıların sayısı, kendi keşiflerimi geçti.
Susmak yoruyor beni, konuşmak ise ağır ve nemli. Susarak dinleyelim içimizden geçen şarkılarda birbirimizi.
i see you everyday
i don't have to try
i just close my eyes
i close my eyes
i don't have to try
i just close my eyes
i close my eyes
13 Şubat 2010 Cumartesi
Hayat Var
Reha Erdem durmuyor. Kendisini tekrar etmiyor. Ne yapacağı belli olmuyor. Uzun zamandır yerle bir olmayı istiyordum bir filmle. Bu kadar dingin, sessiz ve diyalogsuz bir filmle olacağını düşünmezdim. Hayat var mı gerçekten? Hayatla yüzleşmek için bizi sosyal tabakanın dibine sürüklüyor Erdem. Küçük Hayat’ın, büyük hayat ile tanışmasını yüzümüze, içimize vura vura gösteriyor.
Lilja4ever’dan beri bu kadar ezilmemiştim bir filmin altında. Sonbahar’da başka bir biçimde sarsıcı etki yaratmıştı. Kader sıkı bir yumruktu.
Hayat Var ülke sineması için ayrı bir umuttur, yoldur. Benzerlerini sürekli yapmaya çalışarak kendini tekrarlayanlara bir filmlik derstir. Bir filmlik diyorum çünkü Erdem Kosmos ile yine bambaşka bir sinemanın peşinde olduğunu gösterdi.
9 Şubat 2010 Salı
8 Şubat 2010 Pazartesi
Cold Souls
Kaufman olmaya yeltenmek büyük risk. Bu yüzden Kaufman bile kendi olmaya yeltenmiyor. O yüzden aman diyoruz aman!
6 Şubat 2010 Cumartesi
Hastalıklı Filmler - Dream With the Fishes
Nick: Nasıl hissediyorsun?
Terry: Şimdilik bir şey hissetmiyorum.
Nick: Hayır, ben birazdan öleceğini bilmek nasıl bir his diye soruyorum.
Terry: Rahatlatıcı.
Sowing Season
Bir şarkı dinledim ve Nirvana dinlediğim zamanlardaki güzel his ile sarıldı dört yanım. Bir taklit değil, özenti değil. Gerçek bir his. Brand New!
i am not your friend
i am just a man who knows how it feels
i am not your friend
i'm not your lover
i'm not your family
i am just a man who knows how it feels
i am not your friend
i'm not your lover
i'm not your family
5 Şubat 2010 Cuma
Adam: Küçük Prens
“En sevdiğim çocuk kitabı, uzak bir asteroid'den Dünya'ya gelen küçük bir prensle ilgiliydi. Uçağı kaza yapıp çöle düşen bir pilotla tanışıyordu. Küçük prens pilota pek çok şey öğretiyordu. En çok da sevgiyle ilgili şeyler. Babam her zaman küçük prens gibi olduğumu söylerdi. Ama Adam'la tanıştıktan sonra başından beri pilot olduğumu anladım.”
Bu cümlelerle başlayan bir film benim için kötü olamaz. Olmadı da zaten. Hiçbir psikolojik sorunum olmamasına rağmen kendimi adam gibi yalnız hissettim. Sonu olmayan güzel filmler gibi bitti. Gülümsedim.
2 Şubat 2010 Salı
Hastalıklı Filmler - The Million Dollar Hotel
Tom Tom - Sigara içmemelisin. Bazen insanlar sigara içince şey... ölüyorlar. Bazen kanser bile oluyorlar.
Kanser... Bazen insanlar sigara içtikleri için ölüyor, bazen kanser bile oluyorlar.
Eloise - Ben ölemem.
Tom Tom - Öyle mi? Demek ölemezsin.
Eloise - Ben aslında yokum.
Tom Tom - Nasıl oluyor bu?
Eloise - Ben hayal ürünüyüm.
...
Tom Tom - Hayal ürünü şeyleri sever misin? Özür dilerim, çünkü ben sadece... Ben seni etkilemeye çalışıyordum. Şey, belki de iyi bir etki bile yaratırım. Ama bilemedim... Belki de beni hatırlamadın.
Eloise - Ben her şeyi hatırlarım.
Tom Tom - Her şeyi mi?
Eloise - Her şeyi.
Tom Tom - Bu çok fazla. Bunu yapmanı tavsiye etmem.
1 Şubat 2010 Pazartesi
31 Ocak 2010 Pazar
28 Ocak 2010 Perşembe
Samsun'dan Memleket Manzaraları
Misafir Yazar: Koray Aktaş
Aylar sonra doğup büyüdüğüm yere yani Samsun’a gelmiş bulunuyorum. Yılda bir bilemedin iki kere gelirim. Aslında hiç gelmek istemem ama mecbur kalırım, kimseye de anlatamam neden doğup büyüdüğüm yere bu kadar düşman olduğumu bu kadar gelmek istemeyişimi ya da onlar anlamaz.
25 Ocak 2010 Pazartesi
where i end and you begin
sonsuza kadar gidelim (ölümsüzlük bir milan kundera kitabı) sonsuza kadar gitsek dahi birimiz yok olacağız elbet benim bittiğim yerde sen başlarsın uğultu ve ritim içerisine gizli hafif tonlarda yorkesk mırıltılar. bitmeyecek gibi duran dört dakika otuz yedi saniye süren bir yolculuk. şarkı formuna bakıldığında radiohead’ın beslendiği her alanın izlerini taşıyor. elektronik vücuduna gizlenmiş rock rifleri ve hüzünlü bir yol gibi çizilmiş usul usul akan şarkı. pencereye yaslanıp izledi yolu. bitsek dahi durmadan yeniden başlayacağız. (mutlu bir batık gibi dibinde yaşıyorum*) senin bittiğin yerde ben başlarım. geceyi üzerimde taşıyor gibiyim. sinirli, üzgün, tedirgin, gergin, uykulu.. ışıklar geçiyor bir şarkının içerisinden, duraklar geçiyor, uzun bozkırlar geçiyor, gece geçiyor. dört dakika otuz yedi saniye geçiyor. ben bitiyor[um] ve sen oluyor[um] the sky is falling in *:rene char |
19 Ocak 2010 Salı
Bugün Günlerden Karanlık
Cahillerin dünyasında yaşıyoruz, gözlerimizi kapadık; sımsıkı.
“Şu cahillere bak dünyanın sahibi onlar”
Ne zaman ki iki çağ, iki uygarlık, iki din, iki millet birbirleriyle kesişirse, işte o zaman insan yaşamı gerçek bir acıya, gerçek bir cehenneme dönüşür. Ortaçağ’da yaşayacak antik çağ insanı gibi kalırız. İlkellerin havasızlığında boğulup gideriz. Öyle toplumlar olur onurunu yitirmiş, kokuşmuş ve suçluluk duygusunu kaybetmiş. Biz bu kalabalığın arasında kör bir biçimde yaşarız. Kuşkusuz herkes bunun aynı ölçüde ayrımına varamaz. Nietzsche’nin kuşaklar önce gördüğü sefaletin içine hapsolur kalırız. Ellerimiz bağlı, içimiz yaralı.
Hala orada işte.
Sağ ayakkabısında belli belirsiz delik; bir adam yerde uzanmış uyuyor.
Yüzsüzler görüyorum aylar boyu, karanlık yüzlü insanlar görüyorum. Önce herkes bir günahı çıkarma yarışındaydı; herkes kınıyor, herkes lanetliyor, herkes yüzlerinde kalın bir ağ tabakasıyla tükürüklerini saçıyordu kameralara, klavyelere, mikrofonlara. Sonra herkes unutma ve unutturma çabasına girdi. Hiç olmamış bir şeymiş gibi üzerine basıp geçtiler o sokak ortasında. Etrafımda tepkisiz bir kalabalık görüyorum. Etrafımda giderek yüzsüzleşen bir ülke görüyorum zamanla.
Bir adam beyaz yorganına sarılmış uyuyor yerde.
İnternet ne güzel şey; büyük kafatasçı düşüncelerine, hazmedemediğine “dangalaklık” diyerek geçip gidenlerin uyuyan bir adamın arkasından ettiği büyük sözleri okuyorum aylar boyu. Arkasından pis sırıtışlarını görüyorum. Demokrasi mücahitlerinin timsah gözyaşlarını görüyorum Gözyaşlarına bakıyorum dalgın dalgın. Provokasyon dediklerini duyuyorum. Bu ülkeye en büyük ihaneti yaptılar diyorlar; duyuyorum. Neden? Sorusuna adı “Hrant” olduğu için diye cevap verenleri okuyorum.
Bildiklerimi unutayım istiyorlar biliyorum. Ben o güne kadar hep barış demişken; katillerle barışmaya zorluyorlar beni. Zorla, her koşul altında inandıklarımdan kuşku duymamı istiyorlar. Unutayım istiyorlar. Ses çıkarmadan uyumamı istiyorlar bir sokak ortasında.
O sokaktan kaç kere geçti gölgesi, kaç kez yaladı rüzgar nemli gözlerini. Kaç kere öldük biz o sokakta. Kaç kişi öldük yere uzandık usulca. Zaman durdu, sesler kesildi. Barış dedi duyulmadı. Kardeşlik dedi anlaşılmadı. Biz dedi ve hep öteki olarak kaldı. Zaman durdu ve şimdi sonsuz uykuya doğru yıkılıyor bedenimin her parçası. Sevdiği kadını, canından kopan çocuklarını, kendisine yer olmayan vatanını düşündü. Önce dizleri vurdu yere ve ardından bütün gövdesi. Gövdesinden kin akan bir toprağa uzandı. Kokusunu hissetti, tadını hissetti; kanlı. Korkakların, kalleşlerin, cahillerin, içi çürümüşlerin yüzlerinden çaldı karanlığı. Aldı öldüğü güne mıhladı.
Malatya’da doğmuş bir adamı hatırlıyorum bir televizyon programında. “Yüksek gönüllü, ilerici bir Türk yöneticisinin”, “uşaksın sen, batının uşağısın” sözlerine üzgün bir biçimde ben Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıyım diyerek itiraz ettiğini hatırlıyorum. Sesinin yükselmediğini hatırlıyorum. Öfkelenmediğini, ağzından tükürükler saçılmadığını hatırlıyorum. En önemlisi korkmadığını hatırlıyorum.
Ben fark etmedim ağlıyorum, yerde bir adam uyuyor tanımıyorum.
“Kanı yerde kalmayacak” diyorlar, dediler, demişlerdi, de… Merak ediyorum; Kimin kanı? Hangi kan?
Bir ülke uyuyor ve yerden kalkıp gidiyor bir adam. Kara gözleri gibi karanlık bir güne gidiyor. Televizyon programlarına, haber programlarına, gazetelere, internet sitelerine bakıyorum. Bir adam önce soluklanıyor kaldırımın kenarında, hazin bir biçimde gülümsüyor. Zaman duruyor, gövdemi acılar sarıyor. Gözlerine bakamıyorum. Neden katiller hissetmezken ben suçlu hissediyorum? Bir adam kalkıp gidiyor.
Yüzsüz bir ülke uyuyor, unutuyor, hatırlamıyor. Bulamıyor. Aramıyor. Sormuyor. Merak etmiyor. Türkiyeli bir adam gidiyor hüzünlü. Sözü barış olan bir adam gidiyor. Yüzüne tükürenlerin arkasından döktükleri gözyaşlarını duymuyor. O’na Vatan haini diyenlerin arkasından O’nu kahraman ilan edişlerini duymuyor. İçinde bir sevda, dağ gibi, içinde sevgi okyanus gibi, içinde kardeşlik bir gibi. Gidiyor.
Kardeşim ölüyor ve ben sadece karanlığı görüyorum. Üç yıl oldu ve hala karanlığı görüyorum. Kan ile sıvadılar ellerini, yüzlerini, gelmişlerini, geçmişlerini. Ben sadece karanlığı görüyorum.
Bir sokak ortasında Hrant’ın kalkıp gittiği yerde ayakta dikiliyorum. Unutmuyorum. Alışmıyorum. Kabul etmiyorum. Burası cennet, burası cehennem. Burası öyle sessiz, öyle gürültülü, öyle öfkeli, öyle güçlü ki..
18 Ocak 2010 Pazartesi
17 Ocak 2010 Pazar
16 Ocak 2010 Cumartesi
Last Times
Son dönemde izlediklerim kısa kısa
Soul Kitchen: 9,5/10 http://sakallism.blogspot.com/2010/01/soul-kitchen.html
Mammoth: 9/10 http://www.bakiniz.com/mammoth-film/
Lie To Me: İlk izlediğim bölüm için 7/10 – Son izlediğim bölümden sonra 8,3/10
Up in the Air: 7,8/10 http://sozluk.sourtimes.org/show.asp?id=17849836
The Road: 7,3/10
Generation Kill: 7/10 (daha fazlasını vaat ediyor)
Brothers: 6,5/10 (Nathalie’ye rağmen)
7 Kocalı Hürmüz: 6,5/10 (Müzikaller hiçbir zaman sevmeyeceğim)
Nefes: 6,5/10
15 Ocak 2010 Cuma
ÖYLE
Karıldı gecelerimize
Tepeleme güneş ışığı dolu
duvarlar, göz kırpışlarımızla
savruldu taneleri gözyaşlarımızın
Çocuk boyuna ulaşınca
Çırılçıplak geçti ayaklarımız
Serinlikte
Toprağın rengi ikindi gibi
Ey ömrümün kara lekeleri
Geri al sarmaşık kokulu gök
Uyuşturucu bir aşk üstüne söylediklerini
Geçerli çünkü hâlâ
Turna seslerinde ölüm marşları
Ve azgın denizin çığlığında
Telaşsız sızısıyla karanlığa
Sıvanan saçlarımın kana
Öyle...
13 Ocak 2010 Çarşamba
Hastalıklı Filmler - Arizona Dream
Sürreal olmayan bir rüya olmaz diye tutturmuş Emir Kusturica. İçinde hayvanlar olmalı ve üzerlerine de yakışan anlamlar olmalı. Gerçeğin üstünde ironik bir mizah olmalı ki illa hüzünlü tarafından. Neyi anlatmaya değer diye soruyor bize. Hayatı sorgulamaya önce onu reddetmekten başlamaya davet ediyor bizi. Gerçeği reddetmeye çağırıyor. Her planında ne yaptığını bilen bir rüyanın izlerini bırakıyor masalcımız. Balkanlara özgü yaşama sevincinin yanına, aynı kokunun ölüm hissiyatını bırakıyor hunharca.
Aya kadar, üst üste koyulmuş cadillac’ların üzerinden çıkıyoruz.
12 Ocak 2010 Salı
10 Ocak 2010 Pazar
8 Ocak 2010 Cuma
7 Ocak 2010 Perşembe
Trouble Every Day
look into my eyes
you see trouble every day
it’s on the inside of me
so don’t try to understand
i get on the inside fo you
you can blow all away
[loş bir ışığın yarım yamalak döşenmiş bir elektrik hattından dolanarak içini sarışın bir yalnızlığa bürüdüğü oda gibi işte. stuart staples oturmuş sigarasını içiyor bir sandalyenin üzerinde. bir şeyler söylüyor ya nerede bu keman ve kontrbas diye içinden geçiriyor insan. uzun bir koridordan yürüyüp mutfağın taş zeminine eğiyor şarkı. ürperiyor.]
such a slightest breath
and i know who i am
[hiç ait olmadığı bir filmden ayıklayarak geceye giyiniyor bütün notalar.]
look into my eyes
hear the words i can’t say
words that defy
and they scream it out loud
[susarak dinliyorum. duyarak susuyorum.]
i get on the inside of you
you can wave it all away
such a slightest thing
it’s just the rise of your hand
and there’s trouble every day
there’s trouble every day
there’s trouble every day
there’s trouble every day
[bir şiir yazmak istiyor insanoğlu. bir keşif yapmak. her dışarı koşuşunda en uzağa gidecek kadar güçlü. her defasında her sorunu çözecek kadar azimli. parçalanan her hayalinin yerine daha tutkalı bol bulutlardan bir gökyüzü dikecek kadar deli. her gün başka bir karanlık değil. ince bir müziğe tutturulmuş bir kalın tondan huzur gibi kullanışlı. uyuyarak sarhoş olmak gibi gerçeküstü. ]
if i want you back
i could get away
before the sunshine leaves your eye
but i need to know
how to find a place
before the days become nights
before the years become lies
and there’s trouble every day
you know that i love again
please make it start again
there’s trouble every day
you know that i’ll always hear
the words that you never say
there’s trouble every day
[bir selam, bir sabah, bir ses, bir yazı, bir şiir, bir şarkı… sustum…]
this time it’s startling me
the words i can never say
there’s trouble every day
you know that i’ll always hear
the words that you never say
look into my eyes
hear the words i can’t say
you know that i’ll always hear
the words that you never say
6 Ocak 2010 Çarşamba
Hastalıklı Filmler: Breaking the Waves
İşte geldik hastalıklı filmlerin belki de en büyüğüne; duygusal ve dramatik olarak provokasyon düzeyi çok yüksek bir film. Trier’in oyunu seyircinin bilinç yollarının dejenere edilişi üzerine koyulur. Sinematografik açının ters yanında ise toplum eleştirisi yüksek dozdan iletilir.
Emily Watson harikadır.
İki kritik sahne:
1. Jan filmi değil, filmi heyecanla izleyen Bess'i izler.
2. Gökyüzünde çanlar çalınmaktadır. Bess cennet'te huzurludur.
2. Gökyüzünde çanlar çalınmaktadır. Bess cennet'te huzurludur.
5 Ocak 2010 Salı
3 Ocak 2010 Pazar
Mammoth
Moodysson’nun bu kez derdi paylaşılamayan sevgiler. Günümüz dünyasının insanları zorunlu bir biçimde bu forma sokuşuna dingin ve ağır biçimde eleştirisini yöneltiyor yönetmen. Bunu yaparken kullanabileceği en kısa yol olan iletişim eksikliğini Inarritu-Arriaga ikilisinden ödünç alarak biçimlendiriyor. Sonuçta da güçlü ve ne anlattığının farkında bir film çıkıyor karşımıza. Gael Garcia Bernal ve Michelle Williams iyi oynuyor ve doğru seçim olduklarını gösteriyorlar. Ayrıca bir detay olarak Lilja 4ever’ın trajik Lilja’sını oynayan Oksana Akinsjina ve Michelle Williams benzerliği de tesadüf gibi görünmüyor.
2 Ocak 2010 Cumartesi
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)